“UTAH Günlüğü: ABD’de Spor Kültürü Üzerine Gözlemler”

Yazan: Mustafa Aksoy – Utah, Park City

Neredeyse bir yıldır Utah, Park City’deyim. Bu süre boyunca üniversite sporlarını—özellikle basketbol ve jimnastik branşlarını—yakından takip etme fırsatım oldu. Jimnastik branşına gösterilen ilginin bu denli yüksek olabileceği açıkçası hiç aklıma gelmezdi. Her müsabaka, çocuklu ailelerden oluşan dolu tribünlere karşı oynandı. Hal böyle olunca, müsabaka öncesi ve sırasındaki aktiviteler tam da bize hitap eder hale geldi. Kızlarımın da jimnastik geçmişi olunca hiçbir müsabakayı kaçırmadık ve her seferinde büyük keyif aldık.

Aynı durum basketbol kadın ve erkek takımlarının maçlarında da geçerliydi. Maç öncesi ve saha içi aktiviteler sayesinde çocuklarımı tüm sezon boyunca oyunun içinde tutabildim. Bu konuda kadın takımı daha başarılıydı. Organizasyonlar esnasında sosyal sorumluluk projeleri, mezunlar, eski sporcular ve haftanın önemine dair konular sık sık gündeme getiriliyordu. Kadın takımının attığı her üçlükten sonra tribünlere tişört fırlatılması, kazanılan maçlardan sonra koçun sahanın ortasına kurulan bir düzenekle konfeti patlatması ve maç bitiminde sahanın seyircilere açılarak oyuncularla bir araya gelinmesi, bu “show”un parçalarındandı.

On yıl önce benzer şartlarda Indiana Üniversitesi Erkek Basketbol Takımı’nı gözlemleme şansım olmuştu. Oradaki basketbola adanmışlık, açıkçası burada yok. Ancak organizasyonun genel hatları iki yerde de birbirine çok benziyordu.

Utah Üniversitesi’nin tüm takımları maçlarını 15.000 kişilik Huntsman Arena’da oynuyor. Her branşın kendine ait bir antrenman sahası var. Kadın basketbol takımını yakından takip etme fırsatı buldum. Takımda çok sayıda uluslararası oyuncu vardı ve oyunlarında üç sayılık atışlara yoğun şekilde yer veriliyordu. Kadın takımındaki rol dağılımı erkek takımına göre çok daha belirgindi ve iç-dış dengeyi çok daha iyi sağlıyorlardı. Bu iki özelliğin de katkısıyla ligi ve sezonu erkek takımına göre çok daha üst sıralarda tamamladılar.

Antrenmanları izlerken dikkatimi en çok çeken iki nokta oldu. İlki, asistan koçların antrenmanlarda çok aktif olmaları ve istedikleri anda oyunu durdurup müdahale edebilmeleriydi. İkincisi ise antrenman temposunun ve sertliğinin sürekli olması ve bu sürekliliğin sağlanması için koçların ekstra bir çaba harcamıyor oluşuydu. Oyuncular nerede olduklarının, neyi temsil ettiklerinin ve bu yolculuğun bir kariyer inşası olduğunun bilincindeydi. Indiana Üniversitesi’nde olduğu gibi burada da 7 kişilik (erkek) bir asistan ekibi oyunculara karşı hücum ve savunma yapıyordu. Bunun tüm kolej takımlarında yaygın bir yöntem olduğunu düşünüyorum.

Aynı dönemde Salt Lake City’deki Division II takımlarından Webminster’ın antrenmanlarını da izleme fırsatım oldu. Organizasyon yapısı, antrenör sayısı ve diğer koşullar karşılaştırıldığında aralarında büyük farklar vardı. Eyaletin en prestijli üniversitesinin bu farkı yaratması kaçınılmazdı zaten.

Utah eyaletinde 7 NCAA Division I takımı var. Utah, BYU ve Utah State en popüler olanlar. Özellikle BYU ile Utah Üniversitesi arasındaki rekabet, adeta Fenerbahçe-Galatasaray rekabetini aratmıyor.

Burada NBA’de asistan koçluk yapmış isimlerin üniversitelerde tercih edilmesi bir “moda” haline geldi. BYU, tercihini Kevin Young’dan yana kullandı ve sezonu başarılı bir yerde tamamladı. Ardından Utah Üniversitesi de aynı yola başvurdu ve bizim liglerden de tanıdığımız, burada da çok sevilen Alex Jensen ile anlaştı. Ben de kendisinin basın toplantısına katıldım ve konuşma fırsatı buldum. Önümüzdeki sezon erkek takımını daha yakından izleme şansım olacak gibi görünüyor.

Sezon bittikten sonra Park City’deki ilkokul organizasyonlarına da katıldım. Burada ilkokul çağındaki çocuklar için onlarca sportif faaliyet mevcut. Branş çeşitliliği inanılmaz; çocuklar çok erken yaşta bu branşlarla tanışıyorlar. Bu faaliyetlere rekreasyon merkezlerinde veya okullarda, belirli bir ücret karşılığında erişilebiliyor. Ücretsiz bir sistem yok, ancak gelir durumunu belgeleyen ailelere %80’e kadar burs veya indirim sağlanıyor.

Park City, kış sporları merkezi olmasının yanı sıra adeta açık hava rekreasyon alanı gibi. Her türlü kış sporuna ulaşmak çok kolay. Amerika’nın en büyük kış sporları merkezlerinden biri zaten. Bahar geldiğinde ise bisiklet ve yürüyüş parkurları tüm şehri kuşatıyor ve bu branşlar oldukça popüler hale geliyor. Kamp yapmak ve doğada vakit geçirmek bir yaşam tarzı burada. Bu yıl doktora dersimde “spor kültürü yaratmak” konusunu sıkça tartışmıştık. Böyle bir ortamda bulunmak ve gözlem yapmak benim için ilginç bir deneyim oldu.

Türkiye’deki basketbol ortamına buradan ne aktarılır bilemiyorum. Burada un var, şeker var ve helvayı da bir güzel yapmışlar; herkes afiyetle yiyor.

Burada ne mi yapıyorlar? Aslında çok basit: spor yapıyorlar, hem de sadece “şampiyon” olmak için değil, mental ve fiziksel sağlıkları için. Hayatlarının her dönemine sporu entegre ettikleri için profesyonelleşmek isteyenler zamanı geldiğinde kendilerine bir yol buluyor. Özellikle küçük yaş gruplarında yüksek kalitede antrenman için büyük bir çaba sarf edilmiyor. Önemli olan katılımcı olmak ve bunu sürdürebilmek.

Bir diğer önemli konu da antrenöre olan saygı ve güven. Bu güveni size hissettiriyor veliler. Çocuklarının genel bir spor eğitimi aldıktan sonra bir branşta karar vereceğini ve potansiyelleri varsa bir sonraki adımın zaten açılacağını biliyorlar.

Elbette veliler çocuklarını üst düzeyde görmek istiyor. Bu da onların gizli motivasyonlarından biri olabilir. Ancak bu istek çocuklara ya da sistemdeki antrenör ve öğretmenlere bir baskı olarak yansımıyor. Doğru zamanı biliyorlar ve bekliyorlar. Benim de benimsediğim bir felsefeyi benimsiyorlar: “Bir yere varmayı değil, yolculukta bulunmayı esas gaye olarak görmek.”

Kısacası spor kültürünü yaşamak için çok ideal bir ortamdayım ve buradan Türkiye’ye öneride bulunmak gerçekten zor.

Son olarak şunu belirtmek isterim: Türkiye’deki basketbol gruplarındaki tartışmalara baktığımda çoğu kişi elindeki oyuncularla çok çalışarak ideale ulaşabileceğimiz konusunda hemfikir. Ancak ben şöyle düşünüyorum: yalnızca çok çalışmak yeterli değil. Bir noktadan sonra bunun etkisi sınırlı kalıyor. Çok çalışmak gerekli şart, ama yeterli değil. Katılımcı sayısını ve fırsatları anlamlı bir şekilde artırmadan, bunu bir sistem haline getirmeden spor kültürü oluşturmak imkânsız. Biz genellikle toplum mühendisliği yapmaya çalışıyoruz; hep dışarıdan müdahale etmeye meyilliyiz. Oysa sistem kur, kültürü oluştur, ürün doğal biçimde zaten ortaya çıkar.

Bu konu derin ve uzun tartışmalar gerektirir, farkındayım. Belki burası bu tartışma için doğru yer değil. Mesajlaşarak birçok şey eksik kalabiliyor ve dertler tam olarak anlatılamıyor. Ben sadece buradaki gözlemlerimi paylaşmak istedim.

Saygılarımla,

Mustafa Aksoy

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir