Cem Pekdoğru’nun Koç Orhun Ene Söyleşisi
Koç Ene: Atletizm açısından yeterli oyuncuları basketbolun zihinsel tarafında geliştirmek, hedeflerine odaklanmalarını sağlamak ve uzun yıllar başarılı olacak bir mental kararlılığa eriştirmek konusunda da sıkıntılarımız var.
BSL’de yarı final seviyesine 18 yıl aradan sonra geri dönen TOFAŞ’ın sezon hikâyesini Orhun Ene’den dinledik. Deneyimli koça ülkenin basketbol iklimiyle ilgili sorularımız da vardı.
Bursa Şehirlerarası Otobüs Terminali’nde, kestane şekeri kutularıyla çevrili bir koridordan taksi durağına doğru ilerliyorum. Bir buçuk yıl boyunca geçersiz bahanelerle ertelediğim ve sonunda play-off hazırlıklarının telaşesine denk getirmeyi başardığım Orhun Ene röportajıma yaklaşık bir saat var. Dün gece iki saat uyuyabildim. Ve otobüs yolculuklarında uyuyamam. Ama Bursa’ya geldiğime değeceğini biliyorum.
Taksiciye, haritaya göre on dakika mesafede olan TOFAŞ Fabrikası’na gideceğimi söylüyorum. Mühendis olup olmadığımı soruyor. Bunun genel olarak doğru ama bugün için yanlış bir tahmin olduğunu söylüyorum. “TOFAŞ’ın basketbol takımıyla ilgili bir röportaj yapacağım,” diyorum. “Antrenmanlarını fabrikadaki salonda yapıyorlarmış.” Güneş gözlüğünün üzerinden bakıp, “Bence yanlış yere geldin abi” diyor.
Fabrikanın güvenliğinden geçiyorum, Mustafa Vehbi Koç Spor Salonu’nun tarifini alıyorum. Doğru yerdeyim. Bursa’daki taksicilerin veya İstanbul’daki gazetecilerin pek haberi olmasa da, fabrika arazisinin içinde, 2016 yazından beri basketbol takımının evi olan harika bir tesis var.
Tahincioğlu Basketbol Süper Ligi’nde dört gün sonra başlayacak play-off ve TOFAŞ’ı çeyrek finalde bekleyen Eskişehir Basket serisi için hazırlıklar devam ediyor. Röportajı sabah idmanından sonra yapacağız. İdari ofislerin bulunduğu ikinci kata çıkıyorum, yanından geçtiğim odalardan birinde Ene’yi, sakatlıktan döndüğü sezonda 13 maçta 7.3 dakika ortalama süre alan 21 yaşındaki Berkan Durmaz’la konuşurken görüyorum.
Koç’u beklemek için genel menajer Tolga Öngören’in ofisine yöneliyorum. Ziyareti geciktirmenin mahcubiyetini örtmek için yanımda getirdiğim hediyelerden birini (Socrates Magazin’in son sayısını) ona uzatıyorum, derginin sayfalarını karıştırırken başantrenör olarak Tübingen ve Ludwigsburg’da geçirdiği yıllardan yadigâr Almancasını diriltmeye çalışır gibi bir hali var. Geçen ay aşil tendonundan ameliyat olan Ene, rotasyonda Berkan’a göre daha büyük bir yer kaplayan Yiğit Arslan’la yaptığı küçük toplantıdan çıkıyor ve hafifçe aksayarak yanımıza doğru geliyor. TOFAŞ’ın on gün sonra oynayacağı yarı final serisi ilk maçında Anadolu Efes’i 91-63 mağlup edeceğini ve ikinci çeyrekte rakibin fişini çeken seriye ilham veren iki oyuncunun Berkan ve Yiğit olacağını o gün o odadaki hiç kimsenin tahmin edebildiğini sanmıyorum.
Koç içeri girip selam veriyor, “Röportajı tedavi sırasında yapabilir miyiz?” diye soruyor. “Hem vakit kaybetmemiş oluruz, istediğin kadar konuşuruz.”
Masadaki dergiyi eline alıyor, 2016-17 sezonundaki olağanüstü performansları sonrasında bu yıl ratiopharm Ulm ile play-off dışında kalan meslektaşı Thorsten Leibenath’ın fotoğrafını görüp gülüyor: “Hoca seneye de devam ediyor mu?”
Uykusuz kaldığıma değecek.
Metin yazarlığını yaptığım “Adanmak” kitabında sizinle ilgili şöyle bir anekdota yer vermiştik: 2003 yazında –İTÜ’yle aktif kariyerinizi noktaladığınızı henüz açıklamışken– Yalçın Granit size Galatasaray başantrenörlüğünü teklif ediyor. O yıl Galatasaray’da ilk kez özerk olarak yönetilen basketbol şubesi, projenin ilk sezonunda yarı finale çıkmış. Ancak Fransa’ya giden Erman Kunter’den boşalan bu görevi devralmak için hazır hissetmediğinizi, biraz daha aşağıdan başlamayı tercih edeceğinizi söylüyorsunuz Granit’e. Yolun devamında verdiğiniz tüm kararları anlamamıza yardımcı olan bir anekdot bence bu. Birinci lig seviyesinde ilk takımınızı devralmak için dört yıl beklemeniz, Antalya Büyükşehir Belediyesi, Banvit, Darüşşafaka ve son olarak da TOFAŞ gibi size orta ve uzun vadeli planlar sunan kulüpleri tercih etmeniz…
Orta ve uzun vadeli planları olan organizasyonlarda çalışmayı seviyorum. Açıkçası, bunun daha doğru bir yol olduğunu düşünüyorum. Ben Eczacıbaşı’ndan yetişmiş bir oyuncu olarak, güçlü bir altyapısı olan ve orta/uzun vadedeki hedeflerini gerçekleştirmek adına sorumluluklarını yerine getiren kulüplerin nasıl başarılar kazanabildiğini bizzat tecrübe ettim. Türkiye olarak spordaki başarılarımızın artmasının da, ancak ve ancak, bu tür örneklerin çoğalmasıyla mümkün olacağına inanıyorum. Fakat “iyi spor ülkeleri” olarak adlandırabileceğimiz ülkelerin aksine, Türkiye’de insanların çoğunlukla kısa vadeli başarı hedefleriyle baskı altına alındığını görüyoruz. Bu koşullarda da, sabredilmesi halinde çok daha yukarılara taşınabilecek bazı projelerin yarım kaldığına şahitlik ediyoruz. Genç oyuncusundan A milli takım düzeyindeki elit oyuncuya kadar, herkes bu spor ortamından zarar görüyor.
TOFAŞ, bu anlamda benim doğrularıma daha yakın yapıda olan bir kulüp. Bu yapıyı çok önceden kurmuş, olumlu ve olumsuz tüm senaryoları defaatle tecrübe etmiş ve buradan çıkardığı dersleri biriktirmiş olan bir kulübe gelmek benim için büyük bir avantajdı. TOFAŞ’la anlaştığım günden beri de bunun heyecanını yaşıyorum.
Başantrenörlük kariyeriniz boyunca sizin sezon öncesinde spesifik hedefler koyduğunuza, bunları bir slogan gibi kullandığınıza hiç rastlamadım. Başarı ölçütlerinizin teamülün dışında seyrettiğini de biliyorum. Yine de TOFAŞ’ta ilk olarak dominant bir sezon sonunda TBL’den BSL’ye terfi aldığınızı, lige geri dönüş sezonunuzda kendinizi play-off basamaklarından birine attığınızı ve EuroCup oynamaya hak kazandığınızı, 16 yıl aradan sonra Türkiye Kupası finaline çıktığınızı ve otoritelerin çoğunluğunun ilk turda saha avantajı anlamına gelecek bir dereceyi sizin için büyük bir adım addettiği bir sezonda ikinci sıraya tutunduğunuzu burada belirtmek isterim. Tartışmaya mahal vermeyecek şekilde “başarılı” olmak nasıl bir his?
Başlangıçta net hedefler koyulmasa bile, kulübünüzün süreç içinde bir noktaya gelmesini arzu ediyorsunuz elbette. Hem çalıştığınız kurumda sizi tercih etmiş olan insanlara hem de kendinize karşı bu tür bir sorumluluk duygusu taşıyorsunuz. Sonunda o somut başarı geldiğinde, bu size farklı bir motivasyon sağlıyor. Dolayısıyla TBL’den başlayan yolculuğumuzda gelmiş olduğumuz noktanın önemli olduğunu düşünüyorum. Kulüp adına, oyuncular adına, teknik ekip adına…
Burada idari ve teknik anlamda çok önemli bir emek söz konusu. Her ne kadar çok büyük bütçelerle çalışmasak da, bilgimizi, tecrübemizi ve kimliğimizi harmanlayarak farklılaştığımız bir sürecin sonuçlarını aldığımızı görmek beni mutlu ediyor. Ama bunun merkezinde ben yokum. En başta bu kulübün böyle bir hamle yapmaya hazır olması önemliydi. Sonrasında insan gücü olarak, altyapı olarak bu potansiyeli taşıyan bir kulüp yapısına ihtiyaç vardı. TOFAŞ, üç senelik başantrenörlük dönemim boyunca bu kaynakların hepsini ortaya koydu.
TOFAŞ’ta basketbola yapılacak yatırımı yönlendiren insanların bakış açısını ve kurumun spora yaklaşımını çok değerli buluyorum. Burada basketbol bütçesi hazırlanırken, profesyonel takım ile altyapı harcamaları arasında bir denge gözetiliyor. Milli takımlarda, NBA ya da Euroleague gibi üst düzey rekabet alanlarında var olabilecek Türk oyuncular yetiştirmek adına süregelen ciddi bir gayret söz konusu. Bizim ülkemizde bunu yapabilmek öyle çok kolay bir şey değil. Birçok kulübün bu tür çabaları başlattığına, ancak bir noktada vazgeçtiğine hep birlikte tanık olduk.
Sezonun ilk devresinde Selçuk Ernak ile söyleştiğimizde, TOFAŞ’ın “yeni yönetim tarzıyla örnek gösterilecek, gıpta edilecek bir kulüp yapısı oluşturduğundan” ve Sakarya BŞ Basketbol gibi kulüplere ilham verdiğinden söz etmişti. Siz bıraktığınız ayak izlerini birilerinin takip edeceğine inanıyor musunuz? Başarı tanımınızın içine giren şeylerden biri de bu kıvılcımı yaratmak olabilir mi?
Muhakkak. Biz burada bir model ortaya koymuş oluyoruz. Ve Türkiye’de insanlar başarılı modellerden çok fazla etkileniyorlar. Biz bir Anadolu kulübü olarak, idari yönetimiyle, altyapısıyla, tesisleriyle, bütçe dağılımıyla, organizasyonuyla Türkiye’ye iyi bir örnek sunma idealiyle yola çıktık. Ve bugün gelmiş olduğumuz noktada, aldığımız sonuçlardan da destek alarak, bunu gerçekleştirmeye yaklaştığımızı düşünüyorum.
Elbette bir Anadolu kulübü olmanın getirdiği büyük zorluklar da söz konusu. Ama TOFAŞ’ın yapısı, bu zorluklarla baş etmek için bir formül bulunabileceğini ortaya koyan bir yapı. Bunun dalgalarını Anadolu’nun diğer şehirlerinde de göreceğimizi düşünüyorum.
Yaşadığımız zorlukları biraz açalım. Bugün Türkiye’de spora yatırım yapma kararını almak hiç kolay değil. En basitinden son günlerdeki kur dalgalanmalarını, finansal anlamdaki iniş çıkışları düşünün. Bunların hepsi bizim gibi kulüpleri mali açıdan zorluyor ve zorlamaya da devam edecek. Bunun bilincinde olmak, kaynaklarınızı çok doğru biçimde kullanmak mecburiyetindesiniz. Sponsorlarınızı, saha içi ve saha dışı gelir kalemlerinizi, yola çıkmadan önce oturtmuş olmalısınız. Şu bir gerçek ki, bu iş artık eski kafayla, geçmişin yöntemleriyle yürümüyor. Hepimiz kendimizi yenilemeli ve değişen şartlara uyum sağlamalıyız. Türkiye’de kulüpler bunu yapmak yerine, ezelden beridir, bütçeyi artırmak yoluyla müsabık kalmaya çalıştı. Ama Almanya, İtalya, İspanya gibi ülkelere baktığımızda, bu ülkelerdeki kulüplerin, kriz koşullarında bütçe düşürmek zorunda kaldıkları zaman bile rekabetin içinde kalmayı başardıklarını görüyoruz. Bence doğrular orada. Bir an önce biz de bu tür modeller oluşturmaya başlamalıyız; bozukluklarımızdan, eksikliklerimizden uzaklaşıp bir farklılaşma ortaya koymalıyız.
Son iki senede Almanya’daki örnekleri biraz daha yakından inceleme şansı buldum. Sizin bahsettiğiniz türden bir bütçe dağılımıyla yola devam eden ve Koç Thorsten Leibenath ile yedi sezonda iki kez BBL finali oynayan ratiopharm Ulm, birçok açıdan TOFAŞ’a benzettiğim bir kulüp. Kuruldukları 2001 senesinden beri salonlarını çoğu zaman doldurmalarına rağmen, şehirde yalnızca 400 lisanslı basketbolcu varken bunu sürdürülebilir kılamayacaklarını düşündüler ve bu sayıyı artırmak adına şehrin merkezine OrangeCampus adında bir tesis inşa ettiler. Burada gençler ücretsiz basketbol kursu alabiliyorlar, ama belki daha da önemlisi, basketbola dair herhangi bir gelecek planı olmayan “sıradan vatandaş” da buraya gelip basketbol öğrenebiliyor. Buradan geleceğin altyapı antrenörlerini ya da en azından sezonluk kart sahiplerini çıkarmayı amaçlıyorlar. Projenin toplam maliyetinin üçte ikisini kurucu ortaklar Thomas Stoll ve Andreas Oettel karşılamış.
TOFAŞ’ın da kurum olarak benzer bir sorumluluğu hissettiğini içtenlikle söyleyebilirim. Bursa’yı bir basketbol şehri yapmak için aralıksız çalışıyorlar. Bunu karşılıksız bir şekilde, yarışmacılığı ikinci plana koyarak devam ettirmelerinin Bursa’ya ve tüm Türkiye’ye yapılan büyük bir hizmet olduğunu düşünüyorum. Bütün kaynakları profesyonel takıma kaydırmak varken, bu denli bir kararlılığı gösterebilen çok az kulüp vardır. Ulaştığımız her genç oyuncuyla, elimizin değdiği her insanla bir fark yaratabileceğimizin bilincindeyiz. Buraya harcanan parayı da ben profesyonel takımın toplam bütçesinden düşülen bir para olarak görmüyorum. Çünkü bu çabanın ne kadar değerli olduğunu anlayabilen bir insanım.
“Morgan ve Kadji gibi çıkışta oyuncular bulmaya devam etmeliyiz”
Geçtiğimiz sezonun bitimine beş hafta kala bir yazı hazırlamıştım. O sırada puan tablosunda dokuzuncuydunuz, ancak ileri istatistik verileri sizin BSL’nin en iyi ikinci hücum takımı olduğunuzu söylüyordu. Bunun bir anomaliyi işaret ettiği aşikârdı ve belki regresyondan da ufak bir yardım alarak kendinizi play-off resminin içine attınız. Fakat öyle sanıyorum ki, bu veriler bir yandan da takımın savunmasının gelişmeye ne kadar muhtaç olduğunun altını çiziyordu. Yazın yaptığınız hamleler sırasında takımın pota altı sertliğini ve yoğunluğunu takviye etmek ne kadar öncelikliydi?
Geçen sezonun kadrosunu oluşturduğumuz günlerden başlayayım. 2016-17 BSL sezonuna hazırlanırken, bu düzeyden üç sene uzak kalmış bir koçtum. Darüşşafaka ile TBL’de geçen bir sezondan sonra bir yılı dinlenerek geçirmiş, TOFAŞ’ı da yine TBL düzeyinde devralmıştım. Bu da demek oluyordu ki, BSL’deki son sezonumu 3+2 yabancılı sistemde geçirmiştim. O yaz bazı dinamikleri iyi hesaplayamadığımı düşünüyorum. Bu noktada kendi eleştirimi de yapmak isterim; altı yabancılı sistem benim için ve takımım için yeni bir şeydi ve bunun gerektirdiklerini yeteri kadar iyi okuyamadık. Özellikle de uzunların atletizmi konusunda sıkıntı yaşaması çok muhtemel bir kadro yapısıyla yola çıktık.
Tabii burada bizi zorlayan başka faktörler de oldu. Yaz aylarında, Türkiye’deki olağan dışı siyasal iklimin de etkisiyle, anlaşmak üzere olduğumuz bazı oyuncuları kadromuza katamadık. Ağustos sonunda hayat biraz daha normale döndüğünde yeniden masaya oturduk ama alternatiflerimiz epey azalmıştı. Geçen sezon için atletizm noktasında beklentiler taşıdığımız Ronald Roberts’ın ayrılığı da hesapta yoktu. Size katılıyorum. Geçen sene play-off’a kalmış olsak da, daha başarılı bir sezon geçirebilirdik.
Bu sezona gelindiğindeyse, BSL’ye özgü dinamikleri daha iyi okuyabildiğimiz için önceliklerimiz farklı oldu. Özellikle de uzun oyuncu rotasyonunda… Burada bizim doğru oyuncuları hedeflememiz kadar, kulübümüzün bu oyuncularla anlaşma konusunda gösterdiği beceri de önemliydi. Çünkü beğendiğiniz oyuncuyu almanız çoğu zaman mümkün olmuyor. Geçenlerde Premier League’de görev yapan bir menajerin bir yorumuna rastladım; Avrupa basketboluna da uyarlanabilecek, çok doğru bir şey söylüyordu: “Önce büyük kulüpler masaya oturuyorlar, onlar yemeklerini bitirip de sofradan kalktıklarında biz kalanlar için oturuyoruz masaya.”
Özellikle Raymar Morgan ve Kenny Kadji gibi isimler için Euroleague kulüpleriyle de rekabet ettiğinizi tahmin ediyorum.
Evet, Morgan ve Kadji gibi çıkıştaki iki oyuncuyu yakalamak önemliydi. Onlar da takımın bu yükselişine önemli katkılarda bulundular. Bununla birlikte, pazardaki rekabet artık çok ciddi boyutlarda. Beğendiğimiz her oyuncuyu alabilecek imkânlara sahip olmadığımızı ve bunun hiçbir zaman değişmeyeceğini bilerek hareket ediyoruz. Aç oyuncuları bulmalıyız, hâlâ hedeflere sahip olan ve bu hedefler doğrultusunda kendini yukarıya çıkarma arzusuyla çalışmaya hazır oyuncular… Sonra da bu oyuncuları tutmamız gerekecek. Ki bu çoğu zaman daha da zorlu bir görev. Oyuncuyu tutamadığımız zaman da yerine yenisini koymamız gerekecek.
Sonsuz kaynaklara sahip değiliz. Pazarlık masasına oturduğumuzda, TOFAŞ’ta bir sezon geçirme fikri oyuncuyu şu açılardan cezbediyor: “Burada geçmişi olan bir kulüp var, çok iyi bir organizasyona ve tesislere sahipler.” Bu bazen yeterli oluyor, bazen de olmuyor.
Oyuncuları tutma noktasında sizin çalıştığınız kulüpler için işleri kolaylaştıran bir “Orhun Ene faktöründen” de bahsedilebilir mi? Avrupa basketbolunun orta ölçekli kulüplerinde nadiren rastladığımız bir kadro istikrarı tutturmayı başarmıştınız Banvit döneminizde. Chuck Davis, Keith Simmons ve TOFAŞ’ta da çalışmayı sürdürdüğünüz Sammy Mejia, Barış Ermiş gibi oyuncuları ikna etmenizde ikili ilişkilerin payı nedir?
Oyuncular mutlu oldukları yerde kalmayı istiyorlar, durum bundan ibaret. Banvit ve TOFAŞ kulüpleri, saydığınız oyunculara bu mutluluk ortamını sağladı. Burada belki benim varlığım da bir rol oynamış olabilir. Sam ve Barış’ı mutlu eden şeyler, çoğu oyuncuya göre çok daha basit şeyler. Saygı gördükleri, değer buldukları kulüplerde oynamak onları mutlu etmeye yetiyor. Normalde oyuncular transfer konusunda etkilenimlere çok açık olurlar, özellikle de sezon sonlarında kırılganlıklarını ve hassaslıklarını dışarıdan hissedebilirsiniz. Sam ve Barış gibi özel oyuncuların bu anlamda bir istisna olduğunu söyleyebiliriz.
Antrenörlük kariyerimde böylesine olgun ve egolarını arka plana atan iki oyuncuyla karşılaşmanın benim adıma büyük bir şans olduğunu düşünüyorum. Biz koçlar, kariyerimizde karar verirken bir aciliyet duygusuyla hareket etmiyoruz, uzun vadeli planlarla hareket edebiliyoruz. Ama kariyerleri çok daha kısa ömürlü olan oyunculardan bunu bekleyemeyiz. Barış ve Mejia, Euroleague düzeyinde onlarca maça çıkmış iki oyuncu olarak, TOFAŞ kulübünün temsil ettiği değerlere ve saygınlığına güvenip ikinci lige gelmiş oyunculardır. Bunu çok önemli buluyorum. Tabii bu sadece benim için değil, Bursa için de bir şans.
Eğer çalıştığınız takım İstanbul’da değil de daha küçük bir şehirdeyse, bu seviyedeki oyuncularla yaşadığınız problemlerin kaynağında çoğu zaman şu olur: Oyuncu kendini oraya ait hissetmez. Sam ve Barış ise burada yaşamaktan, Bursa şehrinin bir parçası olmaktan keyif alan, yani “buranın insanı” olmayı kabul etmiş oyuncular olduklarını her geçen gün yeniden gösteriyorlar. Onlar, aslına bakarsanız, basketbol sahasının dışında da bu şehre ve şehirdeki gençlere örnek olacak insanlar.
Bu sezon tüm bu başarılı yolculuk içerisinde neredeyse paranormal bir aydan da sağ çıkmanız gerekti: 6 Aralık’tan 6 Ocak’a kadar oynadığınız dokuz maçtan sadece ikisini kazanabilmiştiniz. Böyle dönemleri atlatırken Barış ve Mejia gibi oyunculara sahip olmanın da faydalarını görüyorsunuz, değil mi?
Bu sezon içerisinde zor zamanlarımız oldu, evet. Çok kötü zamanlarımız oldu. Ama bu kırılma anlarının hepsinde sağduyulu ve akıllı davrandık, iyi reaksiyon verdik ve durumu çabuk toparladık. Zaten bizim gibi limitli kaynaklarla mücadele eden takımlarda en büyük sınav, bu düşüşlerden sonra ayağa kalkma karakterini gösterebilmektir. Kadromuzda kenarda oturan, şampiyonluklar görmüş 3-4 oyuncu bulunmuyor. Sosyal camia olarak olağanüstü bir destek ortamı sağlayabilecek, salonda o atmosferi yaratarak rakip üzerinde büyük baskılar kurabilecek bir durumda da değiliz. Sezonun sonuna gelinirken, dikkat ettiyseniz, play-off’ta herkesin eşleşmek istediği takım konumundaydık. Bu da üzerimizde ne kadar büyük bir baskı olduğuna işaret ediyor. Yine de, tüm bunlara rağmen, sezon içindeki düşüş sürelerimizi kısa tutmayı başarabildik. Çıkışa geçtiğimiz ve form yakaladığımız dönemler ise daha uzun soluklu oldu. Bunların zamanlamasını play-off’ta da iyi ayarlayacağımızı, gerekli sorumluluk duygusunu ve enerjiyi ortaya koyup sezonu çok güzel bir noktada bitireceğimizi düşünüyorum.
Önümüzdeki play-off yolculuğundan bağımsız olarak, gelmiş olduğumuz nokta çok değerli bir noktadır. Buraya gelene kadar hep sahada bir arada olmaktan keyif alan bir grup olduk. Dönemsel çıkışlar ve anlık parlamalar göstermekle yetinmeyip bunları devam ettirebilmek… Gerçek başarının tanımı bence burada yatıyor. Başarıda devamlılığı sağlamak hiç kolay değil. Ama hem uzun vadeli planlarımızda hem de bu sezonun hikâyesinde bunu gerçekleştirebildiğimizi düşünüyorum.
“Bizim gibi kulüplerin kurtuluş yolu, altyapıdan elit oyuncu yetiştirmekten geçiyor”
Bunu gerçekleştirirken iki sezondur genç oyunculara da fazlaca şans veriyorsunuz. 23 yaşın altındaki üç isim, Yiğit Arslan, Berkan Durmaz ve Muhsin Yaşar’ın play-off rotasyonunuzda olması bekleniyor. ‘Kulübe ve kendime karşı kazanma sorumluluğu hissediyorum’ dediniz, bunun yanında profesyonel takımın bütçesini altyapıdaki kazanımlar adına paylaşmanın önemini bildiğinizden söz ettiniz. Sizin için bu noktada devreye giren üçüncü bir bileşen de genç oyuncuların süre beklentisi ve ihtiyacı mı oluyor?
Bence bizim gibi kulüplerin kurtuluş yolu, altyapıdan elit oyuncu yetiştirmekten geçiyor. Burada karşılaştığımız en büyük engellerse, psikolojik engeller. Çevresinden etkilenmeden konsantre olabilen, sabır gösterebilen, yaşadığı zorluklar karşısında yılmadan kendini basketbola adayabilen ve bu yatırımı 18-19 yaşından sonra da sürdürebilen genç oyunculara ihtiyacımız var. Ben Banvit’te kazandığım tecrübeleri TOFAŞ’a da taşımaya çalışıyorum, öte yandan bugünkü dinamiğin o yıllara göre fazlasıyla farklılaşmış olduğunu gözlemliyorum. Maalesef genç oyuncuların eğitiminde işi çok daha bireyselleştirmiş durumdayız. Oyuncular kısa yoldan para ve kariyer sahibi olmaya yönelik alternatiflere sürükleniyor. Burada etraflarındaki halkanın, ailelerinin ve menajerlerinin önceliklerinin sorgulanması lazım.
Bu dinamiğin değişiminde, ağırlık merkezinde duran iki mesele var: altı yabancı kuralı ve oyuncuların karar mekanizmasında rolü giderek küçülen koçlar. Eskiden oyuncu ile daha doğrudan bir ilişki kurabiliyorduk, bugünse araya çok fazla unsur girdiğini söylemeliyim. Sonunda da oyuncu özelinde almış olduğu kararlardan ötürü oyuncuyla karşı karşıya gelen kişi yine koç oluyor.
Banvit’teyken buradaki altyapı hamlesinin gerçek anlamdaki ilk ürünlerini kullanmıştınız diyebiliriz sanırım. Şafak Edge gibi, İzzet Türkyılmaz gibi oyuncuların final serisinde ilk beş başlayabildiği bir yapı oluşturmuştunuz.
Evet ama belki o zaman işimiz biraz daha kolaydı. Sahada mecburen iki yerli oyuncuya yer vermeniz gereken bir dönemdi. Biz Keith Simmons’ı da o kontenjan içinde kullanabiliyorduk gerçi ama yine de tercihlerimiz genellikle kendi yetiştirdiğimiz genç oyunculardan yana oluyordu. Tabii yeri gelmişken Banvit altyapısının gücünü bir kere daha vurgulamam gerek. Bence hâlâ Türkiye’deki en iyi altyapı oradadır. O dönemde daha yeni başlayan, hatalarından ders çıkarmaya dikkat eden bir noktadaydılar ama zaman içinde bu yapı kendini çok geliştirdi. Burada da Özkan Kılıç ve Turgay Çataloluk gibi isimlerin altyapıya yaklaşımlarını, Ahmet Gürgen’in gayretlerini öne çıkarmalıyız. A takımdaki rekabetin dışında, ülke sporuna çok büyük hizmetleri vardır Banvit’in. Ben o günlerde Şafak ve İzzet dışında, Erol Can Çinko, İbrahim Yıldırım gibi çok kaliteli gençleri sahaya sürebilmek gibi bir lükse sahiptim.
Bu yıl ilk sezonu oynanan Basketbol Gençler Ligi hakkındaki düşüncelerinizi de merak ediyorum…
BSL’de altı yabancı kararının alınmasına giden süreçte hâkim görüş şu şekildeydi: “Üç yabancılı sistemde yerli oyuncular daha iyi kontratlar aldılar ve bunun sonucunda kendilerini geliştirmek için daha az mesai harcar oldular. Sonunda da A milli takıma pek oyuncu yetiştirememeye ve uluslararası düzeyde eskisi kadar başarılı olamamaya başladık. Öyleyse yabancı sınırını kaldıralım, herkes birbiriyle rekabete girsin. Bu yüksek rekabet seviyesi, Türk oyuncuların da daha fazla gelişmesiyle sonuçlanacaktır.”
Bu düşünceyle böyle bir karar alabilirsiniz, buna saygı duyarım. Ama o günlerde de şu uyarıyı yapmıştım; bu kararı aldığınız zaman bir dinamiği değiştiriyorsunuz. Dinamik değiştiğinde, bundan etkilenen birilerinin olması kaçınılmazdır. Burada da etkilenecek ilk grup, BSL düzeyinde süreleri doğal olarak azalacak genç oyunculardı. Dolayısıyla yeni sistemin genç oyunculara zarar vermemesi için, onlara yeni bir alternatif sunmamız gerekiyordu. Bu gereksinimi başlangıçta gözden kaçırdık belki. Ama BGL bu anlamda atılmış çok önemli bir adım oldu. Ve doğru bir planlamayla, çok iyi uygulandı. Milli takımların ve üst düzey kulüplerin geleceğinde, bu adımın olumlu geri dönüşleri muhakkak görülecektir.
BGL temelde 18 yaş altı oyunculara sezon boyu kendilerini sınayabilecekleri üst düzey bir rekabet alanı sunuyor. Ancak bizim genç ve ümit milli takım düzeyinde başarı kazanmış oyuncularımızın duvara çarptıkları yerin daha ziyade 18-22 yaş aralığı olduğu gözleniyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Bugünkü altı yabancılı sistemde var olmak için, oyuncunun 22-23 yaşlarında da 18-19 yaşındaki gibi kendini geliştirmeye hazır olması lazım. Bu zihniyetteki oyuncuları da artık çok fazla bulamıyoruz. Ne yapıyor bu insanlar? Yer değiştiriyorlar. Sürekli olarak. Bu koçla olmadı, şuraya gideyim diyorlar. Ancak çalıştığınız insanları ya da kulüpleri değiştirmekle, sistemin dinamiklerini değiştiremiyorsunuz.
Sisteme adapte olmanın zorlukları bir yana, gençlerimizin yaklaşımındaki değişikliğin yol açtığı tehlikelere de bir girizgâh yapmıştım. Basketbol kültürümüzün beraberinde getirdiği düzen, herkesin bir an önce para ve değer bulması üzerine kurulmuş durumda. Ancak BSL’nin oyun seviyesi başka bir noktaya geldi ve bu seviyede bu oyuncuları sahaya sürmek hiç kolay değil. 20-21 yaşındaki bir çocuğu, 28-29 yaşında ve hem fizik hem yetenek anlamında zirvesinde olan bir adamla aynı yarışmaya sokmanın oyuncuya haksızlık olacağını düşünüyorum. Bizim onları koruyacak bir düzene ihtiyacımız var. Tabii elinizde elit yeteneğiniz varsa –elit yetenek derken Luka Doncic’i, Cedi Osman’ı ya da Furkan Korkmaz’ı kastediyorum– onu daha erken yaşlarda da oynatabilirsiniz. Ama bu kalibredeki oyuncuları yetiştirmekte gitgide daha çok güçlük çektiğimiz de ortada.
Siz de sorunun merkezinde basketbolcu yetiştirmenin ötesine geçen bir durum olduğunu düşünmüyor musunuz? Eğitim sistemimiz ve eğitmenlerimiz, genel itibarıyla, 17, 18 ya da 19 yaşına geldiğinde kendi geleceği hakkında karar verme yeterliğine erişmiş bireyler yetiştirmekte mi başarısız oluyor?
Ve sabırlı olan, hedefi doğrultusunda motive olup aralıksız çalışmayı öğrenmiş insan. Bu işin içinde ayakta kalan onlar olacak. Bugün gençlerin şunu yavaş yavaş anlamaları gerekiyor: BSL düzeyinde oynama yaşı 22-23’e gelmiş durumda. O yaşa kadar öğrenmek, kendini geliştirmek ve sabırla beklemek zorundasın. Altı yabancı oynatma hakkı olan kulüpler, dünyanın her yerinden oyuncu getirme şansına da sahipler. Ve bugün Türkiye’de küme düşmemeye oynayan bir takım –bu ne kadar doğrudur, tartışılır– sezon ortasında NBA’den oyuncu getirebiliyor. Öyle sıradan bir oyuncu da değil.
NBA’de 600 maça çıkmış, play-off oynamış bir oyuncu…
Evet. Tabii bu noktada tartışmamız gereken bir diğer konu da antrenör eksikliği. Biz elit basketbolcu yetiştiremiyoruz, çünkü elit basketbolcu yetiştirebilecek antrenörlerimizin sayısı çok az. Bu az sayıdaki antrenörümüzle buluşturacağımız, elit düzeyde bir atletik yeteneği haiz oyuncularımızın sayısı da az. Atletizm açısından yeterli oyuncuları basketbolun zihinsel tarafında geliştirmek, hedeflerine odaklanmalarını sağlamak ve uzun yıllar başarılı olacak bir mental kararlılığa eriştirmek konusunda da sıkıntılarımız var. Yanıt aramamız gereken sorular belli: “Niye elit sporcu yetiştiremiyoruz? Niye elit sporcu yetiştirmeye muktedir antrenörlerimiz yok?”
Biz bu sorulara yanıt ararken, gençlerin yükümlülükleri değişmiyor… Çalışmaları gerekiyor. Aynı sabrı ve odaklanmayı göstermeleri gerekiyor. Bu iş böyle devam edecek.
Cem Pekdoğru